4 Mart 2012 Pazar

Üçlemeler Eşliğinde Devrilen Yeşil Bir Çam


Ön Bilgi:
B..unu Çıkarmak:
1.Bir iş veya durumda tatsızlaşmak (Kaba konuşmada)-Türk Dil Kurumu
2. Mübalağa kelimesinin argodaki karşılığı  - Her şeyin fazlasını yapmak ya da istemek  - Bir şeyi abartma olayını da abartmak-İTÜ Sözlük


Her şey tüm dünyayla birlikte atbaşı mesafede başlamıştı.
Fransız Lumiere kardeşler 1895’te Paris Grand Cafe’de ilk sinema filminin gösterimini gerçekleştirdiler. La Ciotat Garı'na Trenin Varışı. Dünyada büyük bir heyecan oluşmuştu. İnsanlık ilk defa kendini perdede izliyordu. Bu tartışmasız yüzyılın en büyük ve en ilginç keşfiydi.

Bundan bir yıl sonra aynı yapım İstanbul’da gösterildi. Yani, La Ciotat Garı'na varan treni kaçırmadık. Sadece bir sene... Kalsak kalsak sadece bir sene sinema teknolojisine ve kültürüne geç kalmışızdır. Evet, aya çıkamadık, sesten hızlı jetler de üretemedik. Çünkü geç kalmıştık. Fakat sinemaya çoğundan önce başladık. Endüstriyel ilk gösteriminden bir sene sonra İstanbul Galatasaray’da bir yahudi meyhanesinde çarptı sinemanın evrensel ışığı Türk perdesine. “Hayırlı olsun”du. Ama olmadı. Şu kötü huyumuz tuttu.
Peki ne oldu da işler kötüye gitti? Ne oldu da çektik elimizi bu işten? Ne oldu o koşuşturmalı, itiştirmeli sinema salonu kuyrukları? Sülalecek yan yana koltuklarda oturarak çekirdeklerle (veya Ege’ye yakınsanız çiğdemlerle) naralar atarak film izlemeler.

“Yuuuh. Ocağın sönsün. Ne istedin sevenlerden.”

Ne oldu bu ambiyansa? Evet...Bir zamanlar başarmıştık. Şimdi ne oldu?
Hayır efendim, şimdi bir şey olduğu yok. Olan son 40 senede oldu. Fail değil, mağduruz. Sinemayı öldüren, bu ülkeye sinemayı ilk getirenlerden aldığı bayrağı kepaze eden bir önceki kuşaktır.
Yani katil (k)uşak.

İstanbul'da Bir Facia-i Aşk - 1922
Aysel Bataklı Damın Kızı - 1934
Vurun Kahpeye – 1949
Kanun Namına - 1952
Halıcı Kız - 1953
Meçhul Kadın – 1955
Üç Arkadaş - 1958
Yalnızlar Rıhtımı – 1959
Sokak Şarkıcısı – 1959
Gurbet Kuşları – 1964
Senede Bir Gün – 1965
Dudaktan Kalbe – 1965
Çalıkuşu - 1966
 Yaprak Dökümü – 1967
 Arkadaşımın Aşkısın - 1968 
Vesikalı Yârim – 1968
Makber – 1971


Bu saydığım filmlerin hepsi de dönemlerindeki batı sineması örnekleriyle denklik gösteren yapımlardı. Hikayelerdeki çeşitlilik, teknik imkanlar ve oyunculuklar bakımından çağdaşı diğer yapımlarla eşit olgunluktaydı. Ama hatalar zinciri ardı ardına geldi ve biz kulvardan çıkmış bulunduk.
Mesele uzundur. Öyle tek bir sebebe dayanacak değildir tahmin edersiniz. Devrilen bu köklü çam ağacına inen baltalar hangi kollardan indi; inceleyelim.
Türk izleyicisinin, okurunun, haber alanının, kahvede okeye döneninin görsel sanatlarda, masallarda, kuytu hikayelerinde veya dedikodularında ilgisini cezbeden 4 ortak özellik vardır. Mizah, şiddet, kadere isyan ve cinsellik. Başka değil. Sinemada da bu böyle.
Gerilim sevmez.
Dramadan tiksinir.
Müzikal mi? O da ne?
Aşk teması da duruma göre. Sevenler kavuşuyorsa kimin umurunda. Sevenleri bir zalim ayıracak ki tadı çıksın (Hatta, şöyle tecavüz falan...).
İşte dört elementimiz. Bükün bükebildiğiniz kadar. Beğenilerimizin yolu öylesine ortak, öylesine tahmin edilebilir ki; bu ülkede hemencecik herkes oyuncu, yönetmen, hatta büyük oyuncu, büyük yönetmen ve daha da hatta idol oyuncu, idol yönetmen olabilir. Çünkü o iş bizde biraz tipe bakar. Sektöre yetecek kadar sarışınımız vardır. Behlül’ümüz iyi bir oyuncu olacak kadar yakışıklıdır. İki bakış attı mıydı, eller oyunculuk görsün. Nurgül Yeşilçay’ımız o manasız mat bakışlarını ve duygusunu asla yansıtamadığı ses tonunu kamufle edecek kadar seksi midir bilmem ama her nedense idoldür kendileri. Sebebi yok. Adını öyle koydular bir kere. Issız Adam yada Mustafa Hakkında Her şey film milm değildir ama baş yapıtımızdır, yetmez mi. Bir sürü ödül verilerek tescillendi efendim. Hadi buyurun, şimdi buna itiraz da edemeyiz. Yahu bu memlekette Özcan Deniz başımıza jön kesilmiştir, ne sinemasından bahsediyoruz. İşte bu, kiminin tipine, kiminin seksiliğine, kiminin de yaşına hörmeten yaratılmış olan sahte idol çöplüğünde sinemamız kaybolalı yıllar olmuştur. Boş meydan suni olarak doldurulmaktadır efendim. Esas değerlerimiz demin bahsettiğim 4 merakımızın abartılmasıyla terk etmiştir bizleri. Neydi bunlar; mizah, şiddet, kadercilik ve cinsellik.

Mizahın Türk sinemasına izdüşümü Münir Özkul, Şener Şen, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Kemal Sunal, Şevket Altuğ ve daha bir çok oyuncunun canlandırdığı Neşeli Günler, Gırgıriye, Kibar Feyzo vb. şekillerde olmuştur.Çok sevmişizdir o aileyi. Hala da severiz değil mi? Ancak tehlike bundan sonra başlamıştı. Sevgili Kemal Sunal hiç bir şeyin sorumlusu değil muhakkak ama İnek Şaban asla o Hababam Sınıfı’ndan dışarı çıkmamalıydı.

Kemal Sunal’ın İnek Şaban'laşması ve Tek Tipleme Sorunu

1975 Yılına kadar oynadığı filmlerde birkaçı hariç küçük rollerde yer alan Sunal, Hababam Sınıfı filminde kendini kanıtlamış ve dönemin izleyicilerinin büyük beğenisini kazanmıştı. Saf ama iyi kalpli İnek Şaban’ın tavırları ve söylemleri gündelik dile geçmiş ve herkesçe o denli benimsenmişti ki canlandırdığı Şaban tiplemesi filmin üzerine çıkmış ve sinema tarihimizde kendi yolunu kat etmiştir. Bu isimdeki tipleme ile yaklaşık 30 filmde daha boy gösteren Sunal, diğer filmlerinde farklı isimlerde görünmüş olsa da canlandırdığı tüm rollerde aynı kişiyi canlandırmış, yani o saf, komik ve temiz yürekli o kişinin dışına çıkmamıştır . Son kollektif komedi filmlerini Tosun Paşa 1976, Süt Kardeşler 1976, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı 1976, Şaban Oğlu Şaban 1977, Hababam Sınıfı Tatilde 1978 ve Kibar Feyzo 1978 gibi örneklerde gerçekleştirdi ve bu tarihlerden sonra kadrosu yavaş yavaş azalan, gittikçe tek role sivrilen filmlerle dolu bir döneme ilerledi. Tüm bunlar olurken her taraftan alkışlanıyor ve yeterince kazanıyordu. Kapıcılar Kralı filmi ona en iyi erkek oyuncu ödülünü de getirmişti. Her şey yolundaydı. Yapılması gereken, talebi karşılamaktı.

Bu durum onun oyunculuk mesleğini tek tipe indirgeyerek baltalamış gibi gözükse de toplumumuz hep aynı şey istemeye devam etmiş ve Kemal Sunal’ı farklı rollerde görmek istemeyerek yararı olmayan  bir beğeniyle Kemal Sunal’ı seçeneksiz bırakarak hem onu hem de Türk Sinemasını uyuşturmuştur. Bu o kadar belirgindi ki, Şaban isminde veya tipinde olmadığı yapımların akabinde beklenti oluşmakta, hemen bir Şaban getirilerek toplumun ihtiyacı giderilmekteydi. Apaçık tehlike devamlı izlenen bir oyuncu olarak Sunal’a bir son getirmese de sinemamız en büyük komedi unsurunu başka bir tipe sokamıyor, tipleme çeşitliliğinden uzaklaşılarak hazıra ve kolaya kaçmayı sürdüren yapımcılar sayesinde geriliyordu. Sadri Alışık, Öztürk Serengil ve Vahi Öz’ün canlandırdığı Turist Ömer’li, Kelaj’lı o farklı tatlarla zenginleşmiş  ellili ve altmışlı yıllar dönemi çoktan unutulmuştu. Artık aynı kişiler, aynı tipler ve senaryolar isteniyor ve izleniyordu.

Sinemamıza 1970 ve 1980 yılları arasında müthiş işler olarak kabul edebileceğimiz Sev Kardeşim, Mavi Boncuk, Aile Şerefi, Gülen Gözler, Neşeli günler, Gırgıriye vb. yapımları kazandıran o olağanüstü ekip Adile Naşit, Münir Özkul, Şener Şen, Müjdat Gezen ve bir çok oyuncu yavaş yavaş elini eteğini çekiyor ve koskoca meydan Şaban’a kalıyordu. Etrafındaki oyuncu kadrosu dağılmış, onun son rol arkadaşı olarak geriye yeteneğiyle kendini diğerlerine göre daha ileriye götüren ve filmlere en az onun kadar ağırlığını koyabilen Şener Şen kalmıştı. Süt Kardeşler, Kibar Feyzo ve Şabanoğlu Şaban’dan sonra  bu ikili son olarak Davaro adlı filmde rolleri paylaşacak ve sonrada yollarını ayıracaklardı. (Daha sonra Şener Şen, Yavuz Turgul ve Nesli Çölgeçen gibi yönetmenlerle daha sosyal içerikli komedi filmleriyle tarzını modernize ederek farklı yol almış ve bu yönetmenlerle birlikte Muhsin Bey, Selamsız Bandosu, Züğürt Ağa gibi filmler yaparak sinemamıza büyük hizmetler etmiştir.) 
Yıl 1980 olduğunda mizah demek Şaban demekti. Diğer komedyenler neredeyse yok olmuşlardı  ve artık Kemal Sunal da yoktu. 40 Senelik komedi filmleri tarihimizden geriye sadece Şaban kalmıştı.Ve artık, ardı ardına Şaban filmleriyle geçen seksenli yıllarda Türk Komedi Sineması yok olmaya doğru tek oluktan akıyordu.
Sorumsuzluk kimdedir.
Kemal Sunal’da mı?
Olmadığını biliyorsunuz. O halde?

Sevilene duyulan hissin tadında bırakılmasıyla onun mevcut kalacağını bilemeyen tüketim çılgını halkımızda mı?
Eh işte biraz, ama değil. Ee?
Sorumsuzluk tabii ki tüccar kafa yapımcılarımızdadır. Kabul edelim ki sinema sektörünün patronları bunu kazanç sağlamak için yapmaktadırlar ama hiç olmazsa kazançların daimi için sektörün ayakta kalması ve bunun içinde çeşitlilik yaratılması gerektiğini de kendi ticaret felsefelerine dahil edebilselerdi keşke. Kimse sonsuza kadar aynı yemeği yemez. Toplum bunu istiyor demek sanata ihanettir. Eğer sanat adına toplumun iyiliğini çokta düşünüyorsak onların reddi pahasına yapılması gerekeni yapmalı, alternatifler oluşturulmalıydı. Ama izleyiciye alternatif getirmekten korktular. Havayı bozmak istemediler. Gişeyi küstürmekten çekindiler. Ve izleyicimiz daha iyisini görene kadar elindekinin ne mal olduğunu asla bilemedi.

Bugün hiç bir oyuncu tek bir çizgide kalmak istemez. Bizim kalitesi bozuk manken oyuncularımız bile bu havadadırlar. Dünya firmaları da bir sene içerisinde aynı tarz film yapmaktan kaçınırlar. Bildiğiniz, sırf gerilim filmleriyle özdeşleşmiş ya da sırf western türü filmlere bağlamış şirketler var mı? (İstisna Walt Disney’dir. Disney çocuk dünyasına hitap ettiğinden animasyon, masal, sevimli hayvanlı filmler falan yapmıştır <İç Parantez: Sevimli kelimesini  sonradan eklemem gerektiğini düşündüm>) Sonuç olarak kimse gerek ticari gerek sanatsal kaygılardan dolayı tekdüze kalmak istemez. Çünkü bilirler ki, önce onları oluşturan öğeler sonra da sektörün kendisi yıkıma uğrar.

Velhasıl Kemal Sunal gibi tipleme potansiyeli yüksek bir oyuncu da başka hiç bir imaj gösteremeden gitti bu dünyadan ve kendisinin bile kurtaramayacağı sinemamız da aldığı morfinin etkisinden maalesef ölene kadar hiç çıkamadı. Milletimiz takıntılı olduğu olgulardan birisi olan mizahı hiç bıkmadan ve aynı şekilde, abartarak, doya doya almış; Turist Ömer’leri, Cingöz Recai’leri, Kelaj’ı, Adile Teyze’yi, “Atma” Ziya’yı, Mahmut Hoca’yı, Çingene Güzeli Baryam’ı, Zeki-Metin’i ve bir çok karakteri ile birlikte sinemamızı yok etme pahasına, sonuna kadar b..kunu çıkarmıştır efendim.

Cüneyt Arkın ve geri dönülmez kabadayı olgusunun millet çapında hazmı.

1964 Gurbet kuşları, Gözleri Ömre Bedel,  İstanbul Sokakları
1965 Fakir gencin romanı, Dudaktan kalbe, Satılık Kalp
1966 Yakut gözlü kedi, İki Yabancı, Cibali Karakolu
1967 Bir Şoförün Gizli defteri, Yıkılan Yuva, Zengin ve Serseri
1968 Son Vurgun, Yüzbaşının Kızı

(Bir Dönemin Sonu)

1969 Malkoçoğlu - Cem Sultan, Malkoçoğlu - Akıncılar Geliyor
1970 Adsız Cengaver
1971 Ölüm Fedaileri
1972 Fatihin Fedaisi Kara Murat, Battal Gazi’nin İntikamı
1973 Savulun Battal Gazi Geliyor, Kara Murat – Fatih’in Fermanı
1974 Karateciler İstanbul’da, Kara Murat – Ölüm Fermanı, Battal Gazi Destanı           
1975 Babaların Babası, Aslan Adam
1976 Babanın Suçu, Mağlup Edilemeyenler
1977 Yıkılmayan Adam, Kara Murat - Denizler Hakimi, Hakanlar Çarpışıyor, Altay'dan Gelen Yiğit
1978 Kılıç Bey, Kara Murat – Devler Savaşıyor, Kaplanlar Ağlamaz, Baba Kartal
1982 Son Savaşçı

Tam anlamıyla bir jöndür. Yakışıklılık, karizma ve bakış dönemin oyunculuk yükünü kaldırabilecek yeteneğiyle birleşince ortaya bir star çıkıyor. İtirazımız yok tabi. Boru değildir tamı tamına 270 film. Sene de iki film yapsan 135 sene yaşamak lazım. Zannederim bu sorun fark edildiğinden sene de 7 film çekmeye giriştiler. Vakit dardı. Peki nerden gelecek o kadar senaryo, cast, teknik-teknolojik işler, plato masrafları falan.  Olamazdı. O yüzden tek senaryo üzerinden, aynı mekanda ve aynı dekorda  devam etmek gerektiğini düşündüler. Eh, ancaydı. Yoksa sekiz tane Nobelli yazar tutsan yetişemezdi sinemamızın süratine. Bir an önce bir şeyler çekilip gişe ele geçirilmeliydi. Seyirci ne olursa olsun geliyordu. Yeter ki sen kafa göz kır, dayak at.  Hani şu "vurdulu kırdılı" filmler dediğimiz canım. Lafa bakınız; “vurdulu”. Bir de sert vurulduğundan olacak sanıyorum “kırdılı”. Peki bu nedir;  Bizim toplumca ikinci eğilimiz olan şiddet merakımız. Asla olamayacağımız ama model olarak iki dakikada devşirilebileceğimiz delikanlı duruşları. Geri zekalı olabiliriz, beceriksiz de olabiliriz, ama her durumda delikanlıyızdır efendim. Delikanlı dediysek öle sözünün eri , dürüst manasında değil. Önce vuran , sonra vurduğunu da kıran cinsinden. Hani şu lise kapılarında zibidilerin birbirine giriştiği delikanlılık. Düpedüz kavga etme yeteneği. İşte biz ona özeniriz. Net anlatabildim mi? Goynümüzün o telini yıllarca dıngırdatan Cüneyt abimiz ve patronları sinemamızı yine tek tipe ve bitişe götürdüğü yetmezmiş gibi bir de bu milleti içinden çıkılamaz bir anarşiye, laf anlamazlığa, her durumda ve her an dövüşebilme potansiyelinde bir manyağa çevirmiştir. Kavga etmeyi bilmemek ayıp olmuş, kız verilmemiştir. Dinlerin, ahlakın ve çağdaş ulusların karşısında durduğu kavga, savaş ve şiddet bir şekilde bizim toplumumuzda meziyet haline gelmiştir. Biz böyle olduğumuz için mi sinemaya kabadayılık girmiştir yoksa bu filmlere mi uydu toplumumuz, ya da her ikisi de mi birbirini körükledi bilinmez ama bunun neticelerini hala günümüzde kimi vadilerde,”Bu bir mafya dizisidir”lerde (Söylemeseler sanki anlamıyorduk), Ezel’lerde görmekte ve sosyal bir rahatsızlık olarak çekmekteyiz. İnşallah başka bir yazımda bu konuya değinerek şiddet kusmaya devam eder ve tribünlerden bolca takdir görürüm ancak burada sinemaya dönüyorum.

Gelelim şu tarihi dediğimiz filmlere. Sinemamızda Cüneyt Arkın’lı bir tane bile tarih filmimiz yoktur, emin olabilirsiniz. Yapılan Malkoçoğlu filmleri birer Kill Bill’dir. Malkoçoğlu Vol-1 , Vol-2 ...... Vol-43 filmlerinde bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Binlercesini kesip biçen, kaleler alan, o arada prensesi odasına girerek öpebilen eşsiz bir kahraman Malkoçoğludur bizim tarihimiz (Aynı zamanda romantikdir. Kapıdaki muhafızları kılıcıyla canavarca keserek kanlar içinde öldür, sonra da sevimli bir suratla prenses bilmem neyin karşısına çık). Dinini satmaz, yalanı hiç sevmez, dürüstlük abidesidir ama nedense ırza geçmekte sıkıntı yoktur. İşte bu yönüyle daha bir ayrı kabullenilir toplumumuzda. “Vay kerata vay” dır kendileri. Sonra zindanlara da düşer ama 15 sene çürümek ne kelime; fit oğlu fit olarak çıkar. Aslında zaten çıkabilecek potansiyelde vardır ama her nedense birileri gelip elindeki ince urganı çözmeli. Yoksa zaten parmaklıkları büke büke çıkarken onu tutabilecek mi vardır.

Cüneyt Arkın da Kemal Sunal gibi patronların kazanç hırsına kapılarak o çok yönlü oyunculuk hayatını terk ederek gittikçe daha kabadayı rollerin adamı oldu çıktı ve sinema geçmişini katmazsanız bile toplumumuzca bir delikanlılık simgesi haline geldi.

Şimdi bazıları, “Kill Bill film oluyor da Malkoçoğlu neden olmuyor?” diyebilir ama fark şu ki Kill Bill yapımcıları Kill Bill çektiklerinin farkındalardı. Yani abartmaya ruhsat vardı. Ama Malkoçoğlu tarih filmi yaptığını zannediyordu. Daha da kötüsü, bir millet öyle zannediyordu ve tarihini ne de güzel öğreniyordu.  Şimdi gülüyoruz değil mi? Önceden gülmüyorduk. Peki ne yapıyorduk; Sadece hafiften b..unu çıkarıyorduk.

Her kasete klip değil film

“Şimdi her şarkıya niye klip çekip masrafa gireceksin. Yapın efendim bir film tüm şarkılarınızı filmin atmosferine göre uydurarak (Yada filmi şarkıların atmosferine göre uydurarak denmeli) söyleyin gitsin. Üstüne de para kazanacaksın. Hem kasette hem gişede. Korsanda yok Youtube da."

Bu süper fikir tüm arabeskçilerce tuttu ve arabesk şarkıların ana teması olan kader, hikayelere, oradan sanayi sitelerimize, oradan dolmuşçulara, oradan dolmuşlarda işe gitmekte olan bizlerin bünyesine, oradan da toplum hayatımıza entegre oldu. İşe bakın siz. Sadece kaset tanıtmak  istemişlerdi ama bırakın sinemayı, başka bir sosyal felaketle toplumumuz ne hale getirildi.
Aşkı Ben mi Yarattım , Batsın Bu Dünya, Ben Doğarken Ölmüşüm, Derbeder... 
Bireyler kişiliklerini bu modlara taşıdılar. Onlar da kaybetmiş, doğarken ölmüşlerdi. Böyle böyle Türk insanı 70 senesinden 80 senesine kadar bıkmadan zırıl zırıl ağladı. Verdi parayı girdi sinemaya ağladı. Verdi parayı aldı kaseti ağladı. Ağlatan filmler öyle istenir oldu ki sinema patronlarımız dozu arttırdı (Yani b..unu çıkardı) ve yapımlardaki kötü adam tiplemeleri işi gücü bıraktı tüm varlığıyla hasetlik, arabozuculuk, fitnelik yapmayı hayat felsefeleri haline getirdi. “Kötü adam” tipi nedir bilirsiniz. Şu “Bad Guy”a benzemez. “Bad Guy” sinsidir. Ne yapacağını kestiremezsin. Ama  bizim kötülerin içi dışı birdir. Güle oynaya, bağıra çağıra ayırırlar sevenleri. Asar keser, çalar, kırar, tecavüz eder, hapse attırır, kör eder… Ama sevenler ve biz izleyiciler için bunlar başa geldiyse çekilirdi. Her şey kaderdi, vatan sağ olsundu falan filan derken bir yanda salya sümük mendillere sümkürürken, bir yandan da ulusal tepkiselliğimizin de sinemamız gibi yitikliğe doğru gittiğini izliyorduk. Gözün kör olsun be kader. 


Soft porno

1990 yılında bir film geldi Türkiye’ye; Temel içgüdü. Düzeltiyorum Temel İçgüdü- Sansürlü. Kuyrukları görmeliydiniz (Evet efendim bende o kuyruklarda sıra kavgası ettim). Bir sinema olayıydı. Yapımda cinsellik, starların yatak sahnelerinde daha cesurlaşması anlamında bir adım daha ileri gidilmişti (Şimdilerde bu sınır Anti Christ filminde iyice çözülmüş, gönüller rahatlamıştır). Türk izleyicileri  buna tanık olmak istediler ve koskoca yapıt böylece geçip gitti. Sharon Stone’u o halde görenler ferahladılar. Peki ne klasta bir film olarak telaffuz edilir bu Temel İçgüdü; Erotik.
Bunu gören muhteşem yönetmenlerimiz de Türk Sineması’na hür adımları ilk ben getireceğim yarışına girerek ardı ardına cinsellik işleyen değil de, cinsel filmler yaptılar. Sıra dışı yönetmenlerdi  ya. Zaten Antalya'daki salaklar heyetinden 8-10 kilo altın portakal kaptı mıydı iş bitiyordu. “Ne sanat yapıyoruz ulan” diyorlardı kim bilir.
Yalnız çakamadıkları bir şey vardı. Yanlış anladıkları… Temel içgüdü’deki cinsellik gerilimin üzerine öyle güzel işlenmişti ki filme erotizm diyebilmek adaletsizlik sayılırdı. Senaryo o kadar derindi ki, soyunan Sharon Stone değil canlandırdığı karakterdi. Böyle bakınca, Temel İçgüdü bir gerilim filmidir aslında. İşte bunu sağladığınızda cinsellik sinemanın içinde yerini alır. Yoksa mastürbasyon yapan Hülya Avşar, telefon kulübesinde  bilmem ne eden Oya Aydoğan sadece kendini rezil etmiştir. Kimileri de buna cesaret dedi tabi. Cinsellik, hikayenin içinde yerini almalı. Yani, yeri gelmeli ki estetik dursun. Ağzımıza kadar sokarsanız, ona olsa olsa  “Tinto Brass” işi denir.
Sinema da cinsellik var, amenna. Her türlü sinemaya girer. Neden?  Çünkü hayatın içinde de var. Hayatta varsa sinemada da olacak. O bağlamda cinsellik teması sinemaya girebilirdi. Ancak sinema, cinsellik sergilemek veya şehvet vermek adına (Kısacası fakir eğlencesi olmak adına) cinsel zevkler sektörüne giremez. Sinema kendi terbiyesini bozmaz. O filmler sinema değil kayıttır. Yok hepsi sinemadır diyorsanız kimse sinemamız ölmüş demesin ve açsın bakalım adult forumlarda ne kadar da çok sinemacımız mevcutmuş görsün.

Tabi her şey çok önceleri başladı. O zaman Temel İçgüdü falan yok tabi. Masum aşk filmlerinde ortaya çıktı bu açlığın varlığı. Esas oğlanın kızı deniz kenarında öptüğü sahnede. Tabu eziği insanımızın bünyesinde bir kıpırdanma yaratmıştır bu sahne. Daha ne kadar ileri gidilebilirdi. Yani oğlan kıza daha ne yapabilirdi. Kötü adamı bıraksan her türlüsünü yapardı ama niye bu saf çocuk neden sadece öptü?
İhtiyaç burada doğdu. Mesaj, arz edenlere intikal etti. Patron istese en kralını da yapardı ama millet ne derdi yahu. Öyle düpedüz halvet yaratılır mıydı. Olmazdı. Onun için komediye karıştırdılar. İzleyici güya komedi filmi izliyordu. Parçala Behçet , Üç Tavuk Bir Horoz, Ayıkla Beni Hüsnü arka arkaya geldi. Yeni bayan ikonlar türedi. Komedyenlerimiz zıvanadan çıktı. Onlar çıkınca millet daha da çıktı. Gençlerimizin talebi kabardıkça kabardı (!). Arz sahipleri maliyeti düşürüp gişeyi artırırken tuhaf bir izleyici kitlesi oluşturduklarını düşünüyordu. Kontrol edecek bir mevki mevcut değildi (Rtük’ün sanat kaygılısı olanı). Ayar kaçtıkça kaçtı. Abartabilmeye meydan okundu. Bekar kuyrukları uzadıkça, patronlar karı (Pardon, star) ithal etti. Lümpen zorladıkça Aydemir Akbaş daha da zorladı. Müthiş bir galeyan içinde, arkası gelmeyen isteklerini bastıramayan sersefil, perişan ve bitkin haldeki kuduruk kitlenin “Aç! Aç!” nidaları eşliğinde sevgili ikonamız, her şeye meydan okuyan, milletin binlerce yılda besleyip büyüttüğü o güzel terbiyenin de içine ederek ve ne olacaksa olsun sarhoşluğunda  bir cesaretle üzerindeki son bez parçasını, donunu abazalarımızın suratına fırlattı.

Oleeeeey ! (Kitlesel tatmin efekti)


Soft yetmez sert porno

O don çıkmıştı bir kere. Artık kimseler ses edemezdi. Öyle terbiyesine çok düşkün varsa sinemaya gelmesindi.  Artık onlara ihtiyaç mı vardı efendim. Sinema salonları yine dolup taşmıyor muydu. Fakat bu defa biraz tuhaf kokmaya başlamıştı. Olsun, o da problem değildi. Zaten gelenler şikayet etmiyordu ya. İşler bu defa çok iyiydi. Sinema altın çağını yaşıyordu resmen. Krzysztof Kieślowski var olsun ama bizim üçlemeler daha bir rengarenkti. Sinema salonlarında filmler üçer üçer gösteriliyordu artık. İzleyici o kadar vefalıydı ki aynı filmi tekrar tekrar izliyordu. Senaryo çok başarılı olacak ki,  defalarca izlenmesine karşın konusu anlaşılamayan, bu sebeple de eskimeyen filmler zamanıydı. Sonra, artık jönlere de leydilere de para pul saçılmıyordu. Bayanlar artık sinema salonlarının önünden geçemiyordu. Çünkü posterler affedersiniz boy boydu. Paydos eden inşaat işçisi, talebeler, çarşı izninde erat, evliliğinden umudu kesmiş genç, yaşlı, emekli, herkes soluğu nerede alıyordu; Sinemalarda.
Benim milletim azla yetinmez. Üzüm değil bağı ister.
Bu konuda yazacak bir şey yok.


Emrah Kıpırtısı

Literatüre Karp-Flatt Ölçütü veya Lorenz Eğrisi tadında bir yankı bıraksa da bugün dimağlarımızda bir dalga geçme, eğlenme hissi veren, saygı duyulmayası ama yine de ezber bozan bir çaba olması hasebiyle sırtını sıvazladığımız küçük Emrah’ın bu gayreti de yetmemiştir sinemamızı kurtarmaya (Küçük Emrah diye vurgulamak istiyorum zira büyük Emrah’ın film serüvenleri boş veriniz ve becerebilirseniz unutunuz). Emrah filmleri sinemamızın, neslinin kurumadan önceki son örnekleri sayılabilirler. İzleyiciyi bulmuştur. Yine, kötü adamın zulmü, ayrılık, parçalanma gibi klişelere sığınılmıştır ve yine kötü adamlar türemiştir. Bu defa daha gerçekçi tarzda olan kötü adamlarımızın yeni silahı ilaçlı gazoz olmuştur. Bu silahı en iyi kullanan kötülerimizden Nuri Alço’yu herkes Emrah filmleriyle bir tutar ama aslında beraber tek film yapmışlardır ve Nuri Alço’nun topu topu bir kere terbiyesizliği olmuştur Emrah’a (onu da amca, baba yarısıdır falan filan yutturdu zaten. Yani aralarında bir kırgınlık olduğunu sanmıyorum).
Emrah dönemini 70’li yılların arabesk furyasına katmamamın nedeni, 80 yıllar ortasında olması, porno furyasına aykırı tek başarılı hareket olması ve beraberinde başka küçük şarkıcı furyası başlatması sebebiyle kendine has bir dönem oluşturmuş olması diyebilirim. Emrah belki gişe yapamamıştır ama çok fena VHS satmıştır. Lakin işi çok götüremedi. Çünkü büyümüştü. O, Küçük Emrah olarak vardı. Küçük kalamadı.
Çocuk starlar büyüyünce büyük star olamıyorlar ne yazık ki. Bakınız, Harry Potter bile son işini yaptı. Yoksa askerlik çağına geldi kerata. Ama gavur duracağı yeri biliyor. Yoksa b..unu çıkarıp sinema sanatına şöyle bir eser armağan da edebilirlerdi alimallah.  Harry Potter Askerde “Vatan Sağolsun”
Amatör kamerayla maliyetine satışlar
Gişenin sağı solu artık belli olmuyordu ve kazancın garantisi yoktu. Starlara verilecek para olmadığından Türkan Şoray, Kadir İnanır klasındaki oyuncularda teker teker sahneden çekiliyorlardı. O şöhretin ve kazancın bir gün biteceğine asla ihtimal vermeyen oyuncu ve figüranlar ortalarda kalmışlardı. Lokavt patronları 3. Sınıf oyuncularla film üretmeye çalışıyorlardı. Kriz sektörün her basamağını vurmuş, fabrika durmuştu. Sektörün laboratuar ayağı da tüm diğer unsurlar gibi bir maliyet haline gelmişti. Devir hesap devriydi. İşte o zaman laboratuarlara, sinematografiye ayrılan paranın kısılması gereği doğdu. Bundan sonra da projelerde ne görüntü, ne de ışık efekti iplenmemeye başladı ve doğru tahmin ediyorsam hepimizin iğrendiği, düğün çekimi kıvamında bir vizyon doğdu ve şükürler olsun ki çok sürmeden yok oldu gitti.

Diğer Klişeler

Yukarıda dönem dönem Türk Sinemasının bitişe doğru gidişinden bahsettik. Onu yok eden unsurlardan bahsedeceksek, sinemamızın katillerinden birisi olan aynılıktan de bahsetmek gerek. Zengin kız, fakir çocuk. Tam tersi; Fakir kız, zengin çocuk. Statüko farklığındaki kişileri uyuşturma çabasındaki gereksizlik ve zaten başarılamayacağı gerçeğinin görülemeyişi... "Alt tabakanın üst tabakaya posta koyması" hikayesi ile alt tabakanın kendisine sağladığı gişe gelirini afiyetle yiyen üst tabaka ironisi. İki taraf da galip.
Bunun şimdiki versiyonlarını da görüyoruz efendim. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” (Cevap: Dekolte giymesi) vb. TV dizileri de hala bu eski alışkanlığımızın üstünü kaşıyor. Bu ne adice bir hazıra konmaktır tarif edemeyeceğim. Bu konuya girmeyelim şimdi (Zaten efendim, konu dizilere geldi mi kalp ritmim bozuluyor).
Klişeler. Tüm dünya sinemasının ortak sorunudur ancak bizde ayrı bir sorundur. Çünkü dünya klişeler içinde zaman zaman iyi örnekler vererek durumu kurtarmayı hep bilmiştir ama bizde klişeler uzun yıllarca bir sorun olarak algılanmak şöyle dursun bir talep durumundaydı. Seyircimiz sürpriz sevmiyor, her şeyden haberdar olmak istiyordu. Onun için ters köşe senaryo gerekmiyordu. Birlikte izlenen filmlerde bilenler bilmeyenlere kesinlikle anlatıyor ve film zevki denen herhangi bir olgu da bu yüzden oluşamıyordu. Bu yüzden yapımcıların izleyiciyi şaşırtmak veya ilgiyi diri tutmak gibi bir sorunu yoktu. Yeni bir şeyler üretilmiyor ve çaba gösterilmiyordu. Yıllarca durgunluk yaşandı. Konu hep aynı kalıyor, tekstlerdeki isimler değişiyordu sadece. Sonra bu kronik kabızlığa dönüştü. Ve bugün çoğu alanda hala da çekmekteyiz sanıyorum.

Buyurun cenaze namazına

Kaybedilen zaman bugün telafi edilir mi; umulur ama daha birkaç fırın ekmeği yemeden önce kötü alışkanlıklarımızdan kurtulduğumuza emin olmamız gerekir. Acele edip de yanlışlıklar üzerine yeniden eğri bir bina çıkmayı istemeyiz. Şimdilerde çok beğenmesem de yeni bir şeyler denenmekte. Yapımlarımız kendilerini Avrupa otoritelerine beğendirmeye başladılar. Oscar’a aday adaylığını da aşabileceğiz bir gün; bu kesin. Şu anda iyi filmlerin kendini belli ettirebileceği bir “Kötü filmler” zemini oluştu. Bunun üzerine çıkılması için yapılması gereken başarısızlara benzememeye çalışmak (Bu bağlamda en büyük sorun başarısız filmleri başarılıymış gibi kabul etmek ve ödül vermektir). Beş ila on yıl içinde sektörümüz kendi gerçek yönetmenlerini bulacaktır. Onlar güzel işlerini ortaya koyarken, gelmiş geçmiş bütün o yanılgılar denizinin dalgalarını kolayca yaracak ve sinemamızı olması gereken o yere; La Ciotat garına geçte olsa yetiştirecektir. Yine hazırcılar olacaktır. Yine paraya odaklanırken sanatı unutanlar çıkacaktır. Yine pornografi ve yine şiddet merakı hortlayacaktır ama sinemaya sadık bu insanlar aynı çukura iki defa düşmeyecektir. İşte tüm bunlar gerçekleşip de salonlar güzel bir eser izlemek üzere ilgili seyircilerle dolduğu zaman ;
(Bu defa da terbiyemi bozaraktan, bilerek ve de isteyerekten, sürçmeksizin, sansür koymadan ve sevgili editörümün de insafına sığınaraktan duygularımı telaffuz etmek istiyorum tüm ülkeme.)
Lütfen bokunu çıkarmayın.




1 yorum: